Gazeteci Uygar Eremektar'dan 'Okay Gönensin' için duygusal yazı...

Uygar Eremektar, dün sabaha karşı evinde kalp krizi geçirerek yaşamını yitiren usta gazeteci Okay Gönensin'in ardından yazdı.

Google Haberlere Abone ol
Gazeteci Uygar Eremektar'dan 'Okay Gönensin' için duygusal yazı...

Geçtiğimiz yıl Star TV Genel Yayın Koordinatörlüğü görevinden ayrılan deneyimli haberci Uygar Eremektar, dün sabah evinde kalp krizi geçirerek yaşama veda eden usta gazeteci Okay Gönensin'in ardından duygusal bir yazı kaleme aldı.



Gazeteciliğe ilk kez adım attığı Cumhuriyet gazetesinde Okay Gönensin'le birlikte çalışan Eremektar, usta gazeteciyle ilgili iki anısını paylaştı ve Gönensin'den çok şey öğrendiğini ifade etti.



Gazeteci Uygar Eremektar'dan 'Okay Gönensin' için duygusal yazı...



İşte, Eremektar'ın o yazısı:



"Bir zamanlar Cumhuriyet’te...



- Abi, dehşet bir araba.



Oğlum manyak mısın? Her yolda gördüğün arabayı almaya mı kalkacaksın?

Yok abi bu araba müthiş. Öyle böyle değil.

Yahu bunun benzini, vergisi bilmem nesi...

Eh iyi de benim arabam var ki zaten.

Ha! Doğru ya!

Onu satıp peşinat yapacağım. Gazete bir avans çıksa bana.



Arkadaşlarım bilirler. Tarih hatırlamakta kötüyümdür. 80’li yılların sonları gibiydi herhalde. Spor Servisi’nde çalışıyordum. Sultanahmet’ten gazeteye giderken görüp aşık olduğum bir Vosvos’u nasıl alacağımın hesabını yapıyordum. Okay Gönensin, Okay Ağabey, artık yazıldığı üzere Okay Abi, Yazı İşleri Müdürümdü. Ve muhasebeye giden yol ondan geçiyordu. Ne var ki, öyle uzun vadeli bir borçlanma pek de vaki değildi. Konuşma şöyle bitti:



(Okay sessizce cebine uzanır, çek defterini çıkarır ve üzerine gereken rakamı yazıp uzatır).

Abi?!

Şimdi s...tir git, arabanı al.

Abi ne yaptınız, ben maaşıma mahsuben avans...

Oğlum kim uğraşacak o kadar yazı çiziyle. Git al işte arabanı. Ödersin!



Bu onunla ‘kişisel’, ağabey-kardeş, eski usül usta-çırak ilişkimin bende derin iz bırakmış anısıydı.



Ama bir de gazeteciliğin sadece haberini yazıp çıkmak olmadığını öğrendiğim bir gece var ki, saniyelerini dahi hatırlıyorum. Ve eğer bugüne kadar bir nebze başarılı bir meslek hayatı sergileyebildiysem, bunu o geceki gözlemlerime borçluyum.



Tarih hatırlamakta o kadar kötüyüm ki, Google’a ‘Olof Palme’nin öldürüldüğü gece’ yazdım. Karşıma çıkan tarih 28 Şubat 1986 oldu.



İşte o gece, İstanbul Üniversitesi’nde son sınıf öğrencisi olduğum için, gündüz okula gidiyor, gece de (şefim Abdülkadir Yücelman’ın desteğiyle bana nezaket  gösterildiği için) Spor nöbetçisi olarak çalışıyordum.



O zamanlar gazete sayfaları pikaj servislerinde ‘bağlanır’, filme gönderilirdi. Baskısı dönmeye başlamış gazetenin son kontrollerini yapıyorduk. Mustafa Sağlamer gece sorumlusuydu. Yine o zamanlar Cumhuriyet’te çalışan Tarık Ersoy (rahmetli karikatürist Ali Ulvi Ersoy’un da oğludur ve sonraki yıllarda televizyon gazeteciliği de yapmıştır), dönemin modası ‘kısa dalga radyo yayını dinleme’ eğlencesi sırasında, yabancı radyolardan bir haber duymuş ve hemen gazeteyi aramıştı. Pikaj Servisi’nin telefonu da işte bu nedenle cayır cayır çaldı.



Telefonu açan arkadaş Sağlamer’i telefona çağırdı.



Anlamadım, bir daha tekrarla.

...

Tarık ne diyorsun? Emin misin?

...

Yahu, daha şimdi yukarıdan indim, telekslerde çıt yoktu.

...

Tamam peki, buradan da bir bakalım.



Bu şifre konuşmanın ardından Sağlamer pikaja dönüp, “arkadaşlar Olof Palme öldürülmüş eğer doğruysa” dedi.



O günkü cehaletimle kendi kendime “o kim ki” diye sordum. Cep telefonu yok, internet yok, Google yok, arşive gidip “bu kim” diye bakacak bir saat değil. Neyse ki pikajörlerden biri “o kim ki” deyiverdi. Sağlamer “İsveç Başbakanı, ayrıca bütün Dünya için sembol isimdir, çok büyük olay” dedi.



İşte o an büyük bir koşuşturmaca başladı. Sağlamer beni teleksin başına gönderdi. Peş peşe çınlama var mı diye. Bir yandan birinci sayfanın sol üst köşesindeki haberi çıkarttırıp ‘parça’ hazırlamaya başladı. Dizgi Servisi’ne başlık verdi, eliyle saman kağıt üzerine spot yazdı. Haberi de dizgicinin başında durup satır satır yazdırdı. Ve o arada gazetenin önde gelen isimlerini yani Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal ile Yazı İşleri Müdürü Okay Gönensin’i bulma çabasına girdi.



Okay Abi’nin o dönemin moda mekanı Ece Bar’da bulunmasına kimse şaşırmadı. Hatta bar kapısı gibi açılıp kapanan yazı işleri katının kapısından girdiğinde, bir solundaki camlara, bir sağındaki İstihbarat Servisi dolaplarına çarpa çarpa odasına ilerlemeye çalışmasına da.



O an kafamdan geçen cümleyi hiç unutmadım. “Yahu böyle mi gazeteye karar verecek?”



Bugün hala, o gece orada olup, Okay Abi’nin yaptıklarını gözlemlediğim için bu meslekte bir noktaya gelebildiğimi düşünüyorum. Çünkü o gece şöyle devam etti.



Kapıdan bir oraya bir buraya çarpa çarpa giren Okay Abi’nin yanında ‘özenle’ yürümeye çaba gösterip sorularını anlayıp yanıt üretmeye çalışan Mustafa Sağlamer’e şunu söylediğini duydum.



Aaa! Birinci sayfa değişikliğini yaptınız mı?

Evet abi. Baskıyı da yavaşlattık. Hatları fazla geciktirmemeye çalışarak.

Ha!



dedi ve geldiği gibi kendi ekseni etrafında 180 derece dönüp kapıya geri yürüdü. “Haydi İdare’ye” diyerek.



Ve ben o gece, düz yürümekte zorlanan Okay Abi’nin, Gece Amiri’nin masasına oturup, tek tek hatları (yani dağıtım kamyonlarını) nasıl kontrol ettiğini, hangi hattın geri çağırılıp arabayla yeni gazete gönderilmesine karar verdiğini, gazeteciliğin aslında sadece haberini yazmak, başlığını atmak, sayfanı filme teslim etmekten ibaret olmadığını öğrendim. Ertesi günü, ne Hürriyet, ne Milliyet, ne başka bir gazete. Elbette Anadolu değil, hatta İstanbul’un tamamı bile değil ama, İstanbul’un büyük bölümünde sadece Cumhuriyet Gazetesi’nin manşetindeydi Olof Palme’nin öldürüldüğü haberi. Hele ki insanların sadece gazetelerden haber alabildikleri o dönemde.



O geceden sonra gazetede kağıt bobini üzerinde uyumuşluğum da vardır, makina dairesindeki duşlarda yıkandığım da.



O geceden sonra 30 yılı aşkın süre gazete, dergi ve televizyonlarda, gurur duyarak habercilik yaptım. Hem de yaptığım işin ‘yayın’ tarafını da her yeni gelişmesiyle hep öğrenmeye çalışarak.



O gece ‘yöneticiliğin’ ne olduğunu öğrendim. Ve Okay Abi’den aldığım dersi bütün hayatıma uyarlamaya çalıştım.



Okay Abi, ve elbette ki Hasan Cemal, gencecik yaşımda bana inandılar, güvendiler. O günün efsane Cumhuriyet’inde ‘yeni’ bir servis kurup (TV-Radyo Servisi) başına şef olarak geçmemde destek oldular, yol açtılar.



Bugün an itibariyle habercilik yapamıyorsam da, yaşadığım sürece yaptığım habercilikten gurur duymam, onların o zamanki hallerinden aldığım derslere dayanır.



Okay Abi; iyi ki seni tanımışım. İyi ki seni gözlemleyebilecek kadar yakınında olabilmişim. İyi ki, hayatıma dokunmuşsun. Işıklar içinde uyu!"


Sıradaki Haber İçin Sürükleyin